Dil ve Toplumsal Değişim
ARAPÇA DİLİ
 
Dil, kültürün en temel öğelerinden birisidir. Toplumun düşünce ve inanç sistemi, sanatsal ve sosyal etkinlikleri, gelenek ve görenekleri, genel kültürü dil ile bir ilişki içerisindedir. Bir ulusu ortak paydada toplayan ve ulusa ulus kimliğini veren de dildir, kültürüdür. Bu nedenlerle bir toplumun dilini kaybetmesi kendi kimliğini kaybetmesiyle eşdeğer görülebilir. Antakya, Adana ve Mersin'de yaşayan Aleviler, dil olarak “Arapça”yı Türkçe ile birlikte kullanmaktadır. Cumhuriyetin ilan edilmesinden sonra Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde gerçekleştirilen dil birliği, Arap Alevileri için bir problem teşkil etmemiştir. Çünkü, ülke genelinde milli birlik ve beraberliğin pekiştirilmesi ve ortak bir kimlik arayışı Türkçe’ yi önplana çıkarmış, bu da Arap Alevileri açısından bir sorun olarak görülmemiştir. Bu nedenle Arap Alevileri hiçbir zaman kendilerine özgü bir “etnik siyaset” yöntemi geliştirmemiştir.  Eş-şeyh Hüseyin Mualla, dil devrimi ile birlikte Türkçe alfabesini, dile olan yeteneği sayesinde kısa sürede öğrenmiş ve öğrencilerine ilk elden Türkçe öğretmiştir. Bununla birlikte, Atatürk’ün ölümünden sonraki dönemde, açık bir şekilde İsmet İnönü’nün tek parti dönemi sırasında, Arap Alevileri hak etmedikleri bir baskı ile karşılaşmış, Kur’an-ı Kerim’in dili olan Arapça öğretimi yasaklanmış, çeşitli koğuşturmalar gerçekleştirilmiştir. Ne yazık ki bu koğuşturmayı maruz kalanlardan birisi de Türkçe’yi toplumda ilk kez öğretenlerden olan eş-şeyh Hüseyin Mualla olmuştur.  
 
Türkiye’de Arapça konuşan Alevilerin konuştuğu dil, Suriye Arapçası’nın bir lehçesi olarak düşünülmektedir. Ancak, yüzyıllardır Anadolu’da yaşayan Arap Alevileri zaman içerisinde Türkçe’den etkilenmiş ve Türkçe bazı kelimeleri konuşma diline ekleyerek yöreye özgü bir lehçe oluşturmuştur. Bu nedenle konuşulan Arapça’ya kırık ya da bozuk Arapça diyenler de bulunmaktadır. Bununla birlikte, özellikle şeyh’ler halkın konuştuğu bu Arapça’yı kullanmanın dışında yazmayı da bilmekte, Kur’an-ı Kerim Arapça’sını çok iyi anlayıp çok iyi okuyabilmektedir. Buna karşın yeni kuşağın Arapça öğrenme ve konuşma konusunda yeterince istekli ve azimli olduğu söylenemez.
 
TOPLUMSAL DEĞİŞME
 
 Günümüzde, Alevi gençleri arasında okullaşma ve okuma oranları giderek yükselirken, Türkçe’yi Arapçadan daha iyi konuşma gibi bir durum ortaya çıkmaktadır. Buna rağmen yörede Arapça dili varlığını sürdürmekte, Arapça bilen din adamları Arapçayı öğretmeye devam etmektedir. Çünkü dil, sadece kimliğin devamını sağlamak için değil aynı zamanda inanç ve düşünce sistemlerinin, gelenek ve göreneklerin bekasını sağlama konusunda da en belirleyici araçlardan birisi olarak görülmektedir. Toplumsal kültürün gelecek kuşaklara aktarımında, tarihsel ve toplumsal birikimlerin çözümlenip değerlendirilmesinde yine dilin büyük bir rolü bulunmaktadır.
 
Dil, düşünce, kültür ve toplumun iç içe olduğu tarihsel süreçte Arap Alevilerinin geçmişine bakıldığında yoğun bir tarihsel gündem ortaya çıkmaktadır. Bununla birlikte, yazık ki söz konusu tarihsel olayların geneline kötülüklerin, acıların ve haksızlıkların kulakları çınlatan ve yürekleri burkan çirkin sesleri hâkim olmuş, toplumun dili ve zihni bunları hiç unutmamıştır. Aleviler İslam’ın özü olan Ehlibeyt ve Kur’an sevgisini yaşatma isteği ile bu isteğin onlara vermiş olduğu ilim ve insan sevgisini uygulama çabasından başka bir amaçları olmadığı halde çok çeşitli zulümlere, baskılara ve katliamlara maruz kalmışlardır. Oniki İmam döneminden sonraki tarihsel dönemde Arap Alevileri için iki karanlık dönem olmuştur. Bunlardan birisi haçlı seferleri ikincisi ise Halep’e hicret eden Alevilerin büyük sonu olan Halep katliamıdır.
 
Haçlı seferleri başlamadan önce Arap Alevileri kendi toplumsal ve kültürel yaşam formatlarını oluştururken, diğer Aleviler veya Şii gruplar gibi kendi etnik ve siyasi birikimlerini değil, Hz. Muhammed’in (s.a.a.v.) gösterdiği doğrultuda Kur’an ve Ehlibeyt kıstaslarını temel almışlardı. Hüseyin bin Hamdan el-Hasiybi bu felsefeyle tılmizler (öğrenciler) yetiştirdi ve onları bu öğretiyi anlatmak üzere dünyanın çeşitli yerlerine gönderdi. Ancak, bir topluluk olarak Arap Alevileri doğal bir şekilde Suriye ve Irak etrafında yoğun bir şekilde yaşıyorlardı. Bu nedenle, Hasiybi’nin öğrencilerinden Seyid Muhammed bin Ali el-Cilli “Halep’te”, Seyyid Ali el-Cisri ise “Basra’da” bir merkez oluşturdular. Seyyid el-Cilli’den sonra ise Onun talebesi olan Surur bin Kesir et-Tabarani Alevilerin başına geçti ve Halep’teki merkez Lazkiye’ye taşındı. Siyasi veya etnik bağlamda hiçbir amaç bulunmuyordu, tek bir hedef vardı o da Peygamberden 12 İmam’a ve 12 İmam’dan inanç önderlerine ulaşan fıkıh ve felsefe yöntemini izleyerek yaşamak ve genişletmek. Ancak, bölgenin siyasi, ekonomik ve dini-kültürel zenginliği dünyanın dikkatini sürekli söz konusu coğrafi alana yönelttiğinden, onlar için yaşam bu kadar ulvi ve huzurlu geçmemiştir.
 
Haçlı seferleri bu dönemleri takiben gerçekleşmiştir. Hıristiyanlar, bu dönemlerde ölenlerinin intikamını Alevilerden alıyordu ve Diyarbakır, Malatya, Tarsus, Adana, Antakya, Lazkiye Alevileri bu sebeple katliamlara maruz kalıyordu. Bu talihsiz olaya önce Hama-Humus-Lazkiye-Antakya bölgesindeki bir deprem eklendi, daha sonra da Moğol istilaları başladı. Tüm yaşananlar Alevilerin çok zor durumda kalmalarına, büyük kayıplar vererek dağılmalarına ve gizlenmelerine neden oldu.  
 
Arap Alevileri için ikinci karanlık dönem Halep katliamının gerçekleştiği dönemdi. Selçukluların Malazgirt Savaşı’ndan sonra Anadolu’ya hâkim oldukları dönemde, özellikle Mısır Sultanı Baybars, Arap Alevileri üzerinde asimilasyon politikası uygulayıp bölgede cami yaptırarak Sünnileştirme politikası uygulamıştı. Ancak, o güne kadar Müslüman olduğunu söyleyip bir başka Müslüman topluluk üzerinde Yavuz Selim’in yaptığı gibi bir katliamı hiç kimse bu boyutta gerçekleştirmemişti. Çaldıran Savaşı dönüşünde Halep’e gelen Yavuz Selim, ona göre suçları sadece Alevilik olan yaklaşık 70 bin insanın katledilmesine neden oldu. Kurtulabilenler önce Lazkiye’ye oradan da Antakya, İskenderun ve daha yukarı bölgelere kaçtılar. Bu kaçış Akdeniz kıyılarına, Adana ve Mersin’e kadar uzanan deniz kıyılarının işgaline dek sürdü. O dönemlerde bu bölgeler ormanlarla kaplıydı. Bölgeye yerleşen Aleviler ormanları keserek tarım alanı haline getirdiği ve tarımsal faaliyetlerle uğraştığı için Osmanlı’lar döneminde onlara Fellah (çiftçi) ismi takıldı.
 
Arap Alevilerini kendi tarihlerinde ağır bir zulüm ve katliamla karşı karşıya bırakan bu iki olaydan sonra, yine iki olay nispeten daha az yaralayıcı olmakla birlikte bu insanların zor durumda kalmalarına yol açmıştır. Bunlardan birincisi, II. Abdulhamit zamanında toplumsal bütünlüğü sağlamak adına çeşitli gruplar üzerinde uygulanan “ihtidaya zorlama” ya da “Sünnileştirme” politikalarıdır. Bu durum Yezidi ve Dürzi’lerde olduğu gibi Arap Alevilerinde de takiyyeyi zorunlu hale getirmiş yani, Sünni hanefiliği kabul etmedikleri halde kabul etmiş gibi görünmelerine neden olmuştur. Bunun yanında, bu tür baskılar nasıl geçmişte Hamdanilerde olduğu gibi nasıl onların siyasi olarak örgütlenmelerine vesile olduysa, bu dönemde de siyasi olarak örgütlenme ve devlet kurma arayışlarına yol açmıştır.
 
Cumhuriyetin ilanı ve Atatürk sevgisi (Kurtuluş Savaşı ve Atatürk ile olan ilişkiler için "Edebiyat ve Tarih" bölümüne bakınız) ise Antakya, Adana ve Mersin civarında yaşayan Arap Alevilerinin Suriye’de yaşayan hemşerilerden farklı düşünmesine sebep olmuş, dolayısıyla bu tür arayışlar Türkiye’de yok olmuştur. Sonuç olarak, Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlılık çerçevesinde laiklik ilkesinin verdiği güvence ile inançlarına devam etmektedirler. Cumhuriyet sonrası dönemde gündeme gelen tek sorunlu dönem, Arap Alevileri için ikinci sıkıntılı dönem olan İsmet İnönü’lü tek parti dönemidir. Özellikle 1938-1950 döneminde Arapça konuşulması ve Arapça öğretilmesi baskı altına alınmış ve anlamsız bir asimilasyon politikası izlenmiştir.
 
Bugün itibariyle, Türkiye’de yaşayan Arap Alevileri, Türkiye Cumhuriyetine ve Atatürk İlke ve İnkilapları’yla şekillenen temel değerlerine sadık bir şekilde, bir baskı altında olmadan özgürce kendi inanç ve kültürlerini yaşatmaya çalışmaktadırlar. Etnik siyaset uygulamamakta, uygulanmasına da karşı çıkmaktadırlar. Reenkarnasyona inanan, kutsal günlerinde toplu ibadet eden bu insanlar semah yapmak, saz çalmak gibi çeşitli ritüelleri uygulamamaktadır. Kerbela’yı anma törenlerinde Şiiler gibi kendilerini zincirle döverek, kan akıtma gibi bir gelenekleri de bulunmamaktadır. Zira, İslam’ın temelinde ve Hz. Muhammed’in (s.a.a.v.) mesajlarında buna benzer bir emir veya uygulamanın olmadığını bilmektedirler. Onlar için önemli olan İslam’ın temel şartlarını Kur’an doğrultusunda yaşamak ve Ehlibeyt’in kılavuzluğunda devam ettirmektir. Bu nedenle, herhangi bir mezhep üzerinden hareket etmezler; bunun yerine İslam’ın kendisini ve özünü oluşturan Alevilik gibi ortak bir değer sistemi üzerinde hareket ederler. Katı bir tesettür uygulamasının dini siyasallaştırdığını, şekle hapsettiğini ve dine zarar verdiğini düşünmektedirler. Dolayısıyla, kadınlar örtünürken, özgür tercihleriyle, eşarp ya da tülbent gibi örtünme biçimlerini kullanmaktadır. Helal-haram anlayışlarını, iman, itikat ve yaşam biçimlerini Kur’an’a göre uygulamaktadırlar. Aile, ahlak ve diğer sosyal değerlerini de yerine göre İslami, yerine göre insani yerine göre de modern yasalara göre uyarlamaktadırlar.
 
Yeni dönemin getirdiği en önemli sorun dil, düşünce, kültür ve toplum üzerindeki “değişim ve dönüşüm” etkilerdir. Ekonomik, sosyal ve kültürel yaşam alanlarında yaşanan hızlı değişimler ve evrensel düzeyde iletişim ve haberleşmenin vermiş olduğu olanaklarla gündeme gelen olaylar, olumlu olduğu kadar olumsuz birçok sorunu da beraberinde getirmiştir. Apartman hayatında kapalı ve küçük aile birimleri halinde yaşam, gençlerin ekonomik ve sınıfsal olarak bir üst gruba yükselme hevesleri, bir topluluk olarak Arap Alevilerinin kültürel değerlerini, dillerini ve geleneklerini zayıflatma gibi sonuçlar doğurmuştur.
 
 
 
 

 
HAVA DURUMU

 
TAKVİM
 
deneme sorusu
evet
Açılımı Üzerine
 
 
Bize Ulaşın >> MUALLİM HÜSEYİN MUALLÂ << Bize Ulaşın